Demokratik anayasa yapımı teorisi, bir anayasanın toplumsal meşruiyetinin ve uzun ömürlü olabilmesinin sağlanması için, anayasa yapım sürecine halkın doğrudan ve dolaylı araçlarla katılımının ve süreç üzerinde belirleyici etki sahibi olmasının önemine vurgu yapmaktadır. Bu yaklaşım, bir yandan da, anayasa yapım sürecine katılım yoluyla toplumsal yarılmaların azalacağını, insanların ortak bir gelecek ülküsü çerçevesinde bir araya gelmelerinin kolaylaşacağını savunmaktadır. Bu teorinin son yıllarda en etkili biçimde test edildiği örnek, Şili’dir. Uzun yıllar süren otoriter bir yönetimin ardından demokrasiye geçiş yapan Şili’de, özel olarak seçilmiş bir Kurucu Meclis önderliğinde, son yılların en şeffaf ve katılımcı anayasa yapım süreci yürütülmüştür. Buna karşın, çok yakın bir zamanda yapılan halkoylamasında, bu sürecin ürünü olan anayasa taslağının büyük bir çoğunlukla reddedildiği görülmektedir. Bu durum, Şili’deki anayasal gelişmeler açısından olduğu kadar, demokratik anayasa yapım teorisi açısından da ciddi bir kriz durumuna işaret etmektedir. Bu çalışmada, Şili örneğinde yaşanan gelişmeler mercek altına alınmakta ve gözlemlenen sorunlar; katılımcı anayasa yapım sürecinde katılım sorunları, katılımcı anayasa yapım sürecinde kapsayıcılık sorunları, katılımcı anayasa yapım sürecinin anayasa metnine olumsuz yansımaları ve katılımcı anayasa yapım sürecinde medya ve iletişim süreçleri başlıkları altında, dört ayrı kısım halinde incelenmektedir. Buradan hareketle, demokratik anayasa yapım teorisinin temel tespit ve varsayımları Şili deneyimine ilişkin gözlemler ışığında test edilmekte ve teorinin, hukukun tümevarımcı ve siyaset biliminin tümdengelimci yöntemleriyle bakıldığında karmaşık sonuçlar ürettiği ifade edilmektedir. Bu tespiti destekleyebilmek için de, demokratik anayasa yapımı teorisinin yalnızca 19. yüzyıl anayasacılığı bakımından değil, 20. ve 21. yüzyıllarda görülen anayasa yapım süreçleri açısından da mutlak geçerlilik iddiası bulunmadığı örneklerle ortaya konulmakta ve teorinin değeri ve açıklayıcı gücünün “ihtimalîlik” (contingency) kavramı üzerinden tartışılması gerektiği savunulmaktadır.