Abstract

Sahâbe, Tâbiîn ve Etbâu’t-Tabiîn dönemlerinde dinî meselelerin büyük çoğunluğu doğrudan kaynaklardan istinbat edilmiş değildir. Zira vahiy ve Hz. Peygamber’den tevarüs edilen ve amel edilen dinî bilgi toplumda bilini-yor ve kendisiyle amel ediliyordu. Buna göre bu dönemlerde karşılaşılan yeni meselelerde ictihad-rey devreye girmiştir. İctihadî konularda ictihad ehliyetine sahip olanlar, belli bir kişi veya ekole bağlı olmadan kendi reyleriyle amel etmişlerdir. İctihad ehliyetine sahip olmayanlar ise karşılaştıkları problemler hakkında, diledikleri müftüye (âlime) danışmış ve onun verdiği hükümle amel etmişlerdir. Ancak hicri II-IV yüzyıllarda mezheplerin teşekkül edip istikrar bulmasıyla birlikte ictihad, taklid ve mezhep konuları tartışılmaya ve konu hakkında farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Fakihlerin bir kısmı, ictihad ehliyetine sahip olmayanların bir mezhebi taklid etmeleri gerektiğini savunurken bir kısmı da her bir mükellefin dinî işlerinde kendi ilmî kudretine göre ictihad edip vardığı sonuçla amel etmesi gerektiğini savunmuştur. Âmmî kimse için taklidin gerekli olduğunu savunanlar, âmmînin dinî-amelî hayatında bir mezhebe bağlanması gerektiğini söylerken; diğer kesim de “Âmmînin mezhebi olmaz. Onun mezhebi danıştığı müftînin mezhebidir.” kaidesinden hareket ederek âmmînin istediği âlimin görüşüyle amel edebileceğini söylemiştir. Bu çalışmada ictihad yeterliliğine sahip olmayan âmmînin dini sorumlulukları konusu incelenmiştir. Bu bağlamda taklidin mahiyeti üze-rinde durulmuş ve âmmînin taklidi hakkındaki görüşler ortaya konulmuştur.

Full Text
Published version (Free)

Talk to us

Join us for a 30 min session where you can share your feedback and ask us any queries you have

Schedule a call