Abstract

Erken dönem İslâm düşünce geleneğinde, dilin kökeni (aslu’l-luga) konusunda iki temel görüş geliştirildi. Genelde tevkîf olarak bahsedilen, ilahi failin dilin vaz‘ edilmesinde üstün rol oynadığını vurgulayan ve bu açıdan ispat gerektirmeyen (axiomatic) birinci görüş şudur: lafızların manaları başlangıçta Tanrı tarafından belirlenmiştir. Bu tutuma karşı tez olarak sunulan ve ıstılâh olarak adlandırılan ikinci doktrin ise dilin –sonradan- kurulduğunu, genel uylaşım ve anlaşma süreciyle evrildiğini esas alır: Kelimeler anlamlarıyla birlikte insanlar tarafından tayin edilmiştir. Ancak hem tevkîf hem de ıstılâh doktrinleri, kelimelerin muayyen manaları ile olan gerçek ilişkilerinin doğal olduğunu reddederek tamamen nedensiz (arbitrary) olduğunu ileri sürmüştür. Her ne kadar müteahhir İslam düşünce geleneği, her ikisinin de mantıklı olduğunu kabul etse de, dokuz ve onuncu yüzyıllarda konu hakkındaki görüşler dikkate değer biçimde, sünnî (orthodox) ve arch-rasyonalist şeklinde fırkalara ayrılmıştır ki bunlardan ilki tevkîfi ikincisi de ıstılâhı onaylamıştır. Geleneksel tevkîf argümanlarının kavramsal bir savunusunu sağlamada Sünnî kelâmcılar, birleştirici bir yapı oluşturmak zorundaydı. Bu yapının hatırlama (remembrance), sürdürme (continuation) ve özdeşlik (identitiy) üzerinden ifade edilmesi kelamcılara, tevkîfin kurgusunu, selefle ilişkilendirilmiş metin yorumu ve sünnî simgeler üzerine formel bir biçimde dayandırma olanağı sağladı. Geçmişe yapılan referanslarla sağlanan bu yapı, sünnî inanç olarak kabul edileni savunmada, kültürel hafızanın rolünü onaylamış gibi görünebilir.

Full Text
Paper version not known

Talk to us

Join us for a 30 min session where you can share your feedback and ask us any queries you have

Schedule a call