Year Year arrow
arrow-active-down-0
Publisher Publisher arrow
arrow-active-down-1
Journal
1
Journal arrow
arrow-active-down-2
Institution Institution arrow
arrow-active-down-3
Institution Country Institution Country arrow
arrow-active-down-4
Publication Type Publication Type arrow
arrow-active-down-5
Field Of Study Field Of Study arrow
arrow-active-down-6
Topics Topics arrow
arrow-active-down-7
Open Access Open Access arrow
arrow-active-down-8
Language Language arrow
arrow-active-down-9
Filter Icon Filter 1
Year Year arrow
arrow-active-down-0
Publisher Publisher arrow
arrow-active-down-1
Journal
1
Journal arrow
arrow-active-down-2
Institution Institution arrow
arrow-active-down-3
Institution Country Institution Country arrow
arrow-active-down-4
Publication Type Publication Type arrow
arrow-active-down-5
Field Of Study Field Of Study arrow
arrow-active-down-6
Topics Topics arrow
arrow-active-down-7
Open Access Open Access arrow
arrow-active-down-8
Language Language arrow
arrow-active-down-9
Filter Icon Filter 1
Export
Sort by: Relevance
Ebü’l-Hasan el-Eşʿarî’ye Göre Rü’yetullah

Rü’yetullah, insanın fizyolojik gözüyle Allah’ı görmesi anlamına gelmektedir. Bu tartışmayı Kur’an’daki âyetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden hareketle erken döneme kadar götürmek mümkünse de asıl olarak Cehm b. Safvan’ın (ö. 128/745-46) rü’yetullahın mümkün olmayacağını ileri sürmesiyle gün yüzüne çıkmış, Muʿtezile’nin de bu görüşü desteleyerek Allah’ı tenzihten hareketle rü’yetullahın mümkün olmayacağını söylemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Ehl-i sünnet kelâmını başlatanlardan ve Eşʿarîliğin kurucusu olan Ebü’l-Hasan el-Eşʿarî’de (ö. 324/935-36) Allah’ın baş gözüyle görüleceği üzerinde durmuştur. Allah’ın görülmesi meselesi Ehl-i sünnetin genelinde olduğu gibi Eşʿarî’de de aklen caiz ve naklen vacip olan konular arasındadır. Eşʿarî bu konuyu eserlerinde ele alırken öncelikle rü’yetullah ile ilgili âyetlerden hareket ederek kelimelere verilen çeşitli anlamları açısından değerlendirmeye tabi tutmuştur. Bu anlamları tek tek eleyerek âyetlerde geçen görmeyi ifade eden kavramların gözle görme anlamına geldiğini ispat yoluna gitmiştir. Daha sonra da bu âyetlerin asıl anlamının Allah’ın görülmesine işaret ettiği, bu görmenin Allah’ın kudreti dâhilinde olduğunu hatırlatarak belki dünya cihetiyle değil de âhiret açısından Allah’ın görüleceği anlamına geldiğini belirtmiştir. Aynı zamanda bunu destekleyen hadisleri de ele alarak Hz. Peygamber’in buna işaret ettiğini bildirmiştir. Eşʿarî’nin kelâm konularını ele almasında daha çok nakilci yaklaşımın ağırlıklı olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Allah’ın görülmesi meselesinde naklî olmasının yanı sıra bunun aklî olduğunu belirtmesiyle farklı bir yaklaşım sergilediği görülmüştür. Bu açıklamalarında özellikle görenin hadis olması kadim olan görüleni etkilemeyeceğini açıklayarak öncelikle varlık açısından hâdis ve kadim ayırımına gitmektedir. Eşʿarî’ye göre nasıl ki tatma, koklama ve dokunma birer duygu olup insan için kullanıldığında hâdistir. Aynı şekilde görme de insan için hâdis bir duygudur. Gören insanın ve görme duyusunun hâdis ama görülen olan Allah’ın ise hâdis olamayacağını belirtmektedir. Allah’ın gözle görülebileceğine dair ontolojik açıdan yaklaşımına bir başka kanıt ise O’nu görülmesi caiz olan bir varlık olduğunu belirtir. Çünkü olmayanı görmek caiz değildir. Oysa Allah mevcut, sabit olup kendisini görmemiz muhal olmadığına göre o görülecektir. Eşʿarî’ye göre Allah’ın görülmesinin ispatında Onu yaratılmışlara benzetme ve hakikati ters yüz etme anlamına gelmeden şanına yakışacak bir şekilde görülmesinin aklen caiz olduğu yaklaşımı vardır. Çeşitli çalışmalarda farklı konular işlenirken Eşʿarî’nin rü’yetullah ile ilgili görüşlerine arada değinildiği halde konuyla ilgili tüm görüşlerini bir araya getiren özel bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu makalede İmam Eşʿarî’ye göre Allah’ın görülmesi konusunda ortaya koymuş olduğu hem naklî hem de aklî delilleri onun eserlerinden ve birinci elden hareketle ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
Gazzâlî’nin Mûcizeye Yaklaşımının Tehâfütü’l-Felâsife Bağlamında Kuantum Kuramı Açısından Değerlendirilmesi

Klasik fizik anlayışını değiştiren kuantum kuramı, bilimsel sahada ilk defa ortaya çıkan indeterminizm olması bakımından felsefe ve teoloji alanlarında da büyük etkiler meydana getirmiştir. Evrene yönelik yeni bir bakış açısı sunan bu kuram, tarihte çığır açarak yepyeni bir dönemi başlatmıştır. Devrim niteliğindeki kuantum kuramı, yirminci yüzyılın en önemli entelektüel başarılarındandır. Atom ve atom altı sistemleri inceleyen kuantum kuramı Max Planck’in kuantum hipoteziyle başlamış, kuramın temel prensipleri yine onun tarafından ortaya konulmuştur. Kuantum kuramı; hiçbir kesinliğin olmadığı, nesnelerin ölçüm yapılıncaya kadar hiçbir özelliğinin bulunmadığı sıradışı bir dünyayı betimlemektedir. Kuantum dünyası; parçacıkların uzayda sürekli şekilde bir var olup bir yok olduğu, bir nesnenin aynı anda evrenin her yerinde bulunabildiği ve bir duvarın içinden rahatlıkla geçebildiği, iki cismin galaksiler arası uzaklıkta bile ışık hızından çok daha hızlı ve anlık bir iletişim hâlinde olabildiği tuhaflıklarla doludur. Bütün bunlar tamamen bilimsel olup gerçek sonuçları ve uygulamaları hem mikrodünyada hem de makro dünyada mevcuttur. Kuantum yasaları hiçbir yasanın edilmediği kadar test edilmiş ve bunlardan istisnasız geçmiştir. İslam düşüncesinde önemli bir yeri olan Gazzâlî, mûcizeyi nedensellik bağlamında tartışmıştır. Mûcizeyi âdetullah teorisi üzerine temellendirerek zorunlu nedenselliği reddetmiştir. Ona göre varlıklar özsel niteliklere sahip değildir, onları da aralarındaki ilişkileri de yaratan hakîkî fail olan Allah’tır. Dolayısıyla onların aralarında gerçekleşen neden-sonuç ilişkisi zorunlu değildir. Bu ilişkideki kuralları koyan da değiştirebilecek olan da Allah’tır. Neden-sonuç ilişkisindeki genel kurallar âdetullah, kurallardaki istisnâî değişiklikler ise mûcizelerdir. Gündelik yaşamdaki genel geçer kurallar (âdetullah) işlemekte olup bilim vs. bu kurallara göre yapılır. Mûcizenin gerçekleşmesi ise düşük bir ihtimal olarak her zaman vardır. Gazzâlî’nin, zorunlu nedenselliğin geçersizliğini ispat bağlamında getirdiği ateşin pamuğu yakması örneğinde ateş ile yanma arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Başka bir deyişle ateşin özsel bir yakma özelliği bulunmamaktadır. Ona göre bunların kaynağı tamamen Allah’tır ve esasen âdetullah dışında -zıtların bir arada bulunması gibi muhaller hariç- her türlü ihtimal mevcuttur. Gazzâlî’nin bu görüşleri, günümüz kuantum kuramının neden-sonuç ilişkisine dair verileriyle uyum içindedir. Kuantum kuramına göre de maddenin en küçük yapı birimi olan temel parçacıkların farklı özsel nitelikleri bulunmamaktadır. Onların dünyasında dolayısıyla tüm evrende belirsizlik hakimdir. Her parçacık her an evrenin her yerindedir. Bu belirsizlikler ancak gözlemci etkisiyle/ölçümle belirlenir, böylece varlıklar ve olaylar oluşur. Bu oluşta her türlü ihtimal mevcutken gözlemci etkisi/ölçüm, bunu tek ihtimale düşürür. Kuantum kuramına göre gündelik yaşantıdaki yani makro âlemdeki alışılagelen klasik fizik kurallarının işleme sebebi, olasılıklarının çok yüksek olmasıdır. Fakat çok düşük ihtimalle de olsa sıra dışı ya da tabiat dışı olayların meydana gelmesi mümkündür. Bu ise mûcizelerin imkanını göstermektedir.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
Seyfeddin Âmidî’ye Hatalı İsnat: Kadîm Eser Muhtâr Fâile Dayanır mı?

Bu makale, Adudüddin Îcî’nin Kitābü’l-Mevāḳıf adlı eserinde Seyfeddin Âmidî’ye hatalı bir şekilde isnat ettiği, kadîm eserin muhtâr fâile dayanabileceği görüşünü ele almaktadır. Îcî, kelâmcılar ile Meşşâî filozoflar arasında, mūcib bi’z-zāt tanrı düşüncesinin zorunlu olarak âlemin kıdemini, fâil-i muhtâr tanrı düşüncesinin ise zorunlu olarak âlemin hudûsunu gerektirdiği konusunda fikir birliği olduğunu iddia eder. Ancak Îcî, Âmidî’nin bu konuda aykırı bir görüş savunduğunu ve kadîm âlemin muhtâr bir Tanrı’ya dayanabileceğini ileri sürdüğünü belirtir. Makale, Îcî’nin bu iddiasının yanlış olduğunu, Âmidî’nin böyle bir görüş savunmadığını ve fakat bu hatalı isnadın sonraki şerhlerde aktarıldığını göstermektedir. Îcî, Âmidî’nin kasıtla yaratmada eserin müessiri öncelemesinin zamansal değil, îcâb yoluyla yaratmadaki gibi zâtî öncelik tarzında olabileceğini düşündüğünü iddia etmektedir. Yaratıcı ile eser arasında zâtî öncelik-sonralık ilişkisi ise, kadîm bir eserin kasıtla yaratan bir müessirin eseri olabileceğini vurgulamaktadır. Âmidî’nin böyle bir görüşü savunup savunmadığını tespit etmek amacıyla, onun kasıtla yaratma ile îcâb yoluyla yaratma arasındaki temel farklardan biri olan, kastın vuku bulması için maksûdun yokluğunun şart olduğu ilkesini sürdürüp sürdürmediği soruşturuldu. Nitekim, maksûdun yokluğunun kastın bir şartı olduğu ilkesine göre, kasıtla yaratan bir fâilin kastettiği eserin, sadece zâtî değil, zamansal olarak da öncelik-sonralık ilişkisi içinde bulunması gerekir. Ancak Adudüddin Îcî’ye göre, Âmidî tam da bunun aksini mümkün görmüştür. Makale, Âmidî’nin bu ilkeyi koruduğunun gösterilmesi halinde, böyle bir görüşle itham edilemeyeceğini savunur. Bununla birlikte, Îcî’nin isnadına dayanak olabilecek bir başka noktaya işaret edilmektedir. Âmidî, âlemin yaratılmadan önceki yokluğunun ezelî bir maksûd olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Bu çalışma, bu meselenin gündeme getirildiği pasaja dair bir yorum sunarak, Îcî’nin hatalı bir isnatta bulunduğuna dair gerekçeler sunmaktadır. Ayrıca makale, bu hatalı isnadın müteahhir dönem kelâm-felsefe ilişkisi bağlamındaki serencamını takip etmektedir. Burada temsil gücü yüksek müteahhir dönem kelâm eserlerinden verilen örneklerde, Âmidî’ye isnadın temelde Îcî’nin Kitābü’l-Mevāḳıf adlı eserindeki ifadelerinin aktarılması ve yorumlanmasından ibaret olduğu görülebilir. Bu çalışmada, Cürcânî’nin, Âmidî’nin pseudo-görüşünü destekleyen kişilerin bulunduğuna işaret ederken, aslında ön plana çıkması gereken kişinin Âmidî değil, muhtâr ve mûcibi uzlaştıran Nasîrüddin Tûsî olması gerektiği iddia edilmektedir. Tûsî, İbn Sînâ’nın bazı ifadelerinden esinlenip mūcib bi’z-zāt kavramını genişleterek, Zorunlu Varlık’ın “dilemeseydi, yapmazdı” anlamında muhtâr olduğunu ama dilemediği bir durumun gerçekleşmediği için eserinin kadîm olduğunu savunmuştur. Bu uzlaştırıcı yaklaşıma, İbn Kemâlpaşa gibi düşünürler tarafından mûcib nazariyesine dinî meşruiyet kazandırmak suretiyle atıfta bulunulmuştur. Pseudo-Âmidî ve Tûsî’nin uzlaştırıcı müdahalelerinin bir izdüşümü de Molla Câmî’nin ed-Durretü’l-fâḫire’sinde nazarî tasavvufun yaratma teorisi olarak formüle edilmesidir. Molla Câmî, sûfîlerin Pseudo-Âmidî’ye dayanarak muhtâr olup da eseri kadîm olan bir yaratma nazariyesini benimsediklerini iddia eder.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
Cumhuriyet Dönemi İbâzîlik Çalışmalarının İslâm Mezhepleri Tarihi Açısından Değerlendirilmesi

İlk dönem İslâm fırkalarından biri olan İbâziyye, Türkiye’de İslâm mezhepleri tarihi başta olmak üzere kelâm, hadis, tefsir, fıkıh gibi bilim dalları kapsamında incelenmiş ve önemli akademik araştırmalara konu olmuştur. Cumhuriyet döneminde İbâziyye fırkasına dair yapılan akademik araştırmalar bilhassa yirmi birinci yüzyılda hızlı bir artış göstermiştir. Bu çalışmada İslâm mezhepleri tarihi alanı başta olmak üzere İslâmî ilimlerde İbâzîlik üzerine yazılan kitap, lisansüstü tez, makale ve bildirilerin bir bibliyografyası hazırlanmış ve Cumhuriyet döneminde İbâziyye araştırmalarının tarihi seyri incelenmiştir. İslâm mezhepleri tarihi bilim dalında İbâzîlik üzerine yapılan çalışmalarda iki temel yaklaşımın benimsendiği görülmüştür. Birinci yaklaşıma göre, Sünnî bakış açısıyla geleneksel mezhepler tarihi kaynakları esas alınarak, İbâziyye Hâricîlerin devamı olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte İbâzîlerin bu konudaki itirazları göz ardı edilmiştir. İkinci yaklaşıma göre ise, Sünnî kaynakların yanında İbâzî kaynaklar da esas alınarak fırka anlaşılmaya çalışılmıştır. Burada müellifler İbâziyye’yi kendi kaynakları üzerinden tanımlayarak, Hâriciyye’den bağımsız bir mezhep olarak değerlendirmişlerdir. İbâziyye’nin Hâricî düşünce yapısından farklılaşan yaklaşımları nedeniyle onlardan ayrılarak, günümüze kadar ulaşmayı başardığını vurgulamışlardır. Mezheplere ilişkin yapılan araştırmalarda objektif veriler ortaya koymak için kaynakların karşılaştırmalı olarak ele alınması gerekmektedir. Aksi hâlde yapılan çalışmalar, doğru verileri yansıtmak yerine sonuçları bilimsellikten uzak, tek taraflı bakış açısının ürünü olarak kalmaktadır. Bu sebeple fırkalar incelenirken, kendi kaynaklarındaki tanımlamalarına da yer verilmelidir. Ancak İbâziyye fırkasına ilişkin kaynakların birçoğunun günümüze kadar ulaşmamış olması yahut siyasî, itikadî, fıkhî görüşlerinin yeterince tanınmamış olması gibi nedenler; İbâziyye’nin gerçekte olandan farklı bir zeminde, yanlış bilgiler üzerinden tanınmasına sebebiyet vermiştir. Bunun yanı sıra mezheplerin, teşekkül sürecinin ardından sistematik hâle gelmesine kadar ki dönemde dinamik yapıda olmaları da göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husustur. Bu bağlamda araştırmacılar İbâziyye mezhebinin ortaya çıkışından sistematikleşmesine değin oluşturduğu kendine has görüşleri açıklığa kavuştururken, birincil kaynaklar üzerinden mukayeseli okumalar yaparak, bütüncül olarak analiz etmeleri gerekmektedir. Çalışmamızda Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar İbâzîlik üzerine yapılan araştırmaların bir bibliyografyasını sunduk ve yukarıda belirtilen yaklaşım biçimlerini analiz ettik. Bu kapsamda İslâmî ilimler literatüründe İbâziyye fırkasına ilişkin veriler sunan araştırmacıların konuya dair yaklaşımlarını literatür taraması sonucunda tespit ederek kronolojik olarak sıraladık. Araştırmamız neticesinde, İbâzîlerin kendi kaynaklarını temel alan özgün akademik çalışmaların uzun süre sınırlı kaldığı ve sayıca az olduğu ancak son yıllarda bu alandaki araştırmaların belirgin bir artış gösterdiği sonucuna ulaştık. Bu araştırmaların ivme kazanmasına yönelik çözüm önerilerinde bulunarak İbâziyye ile ilgili çalışmaların daha ileri bir noktaya taşınmasının gerekliliğini ortaya koyduk.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
İbâdiyye’ye Nispeti Tartışmalı Olan Fırkalar

İslam tarihinde Müslüman topluluk içinde ilk fikrî ve fiilî anlaşmazlıklar Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefatının ardından başlamış daha sonra Hz. Osman ve ardından Hz. Ali döneminde olayların büyümesiyle Hâricîlik mezhebi tarih sahnesine çıkmıştır. Sıffîn savaşını bitirmeyi ve Müslümanlar arasında barışı temin etmeyi hedefleyen Tahkîm olayı başka bir ayrılıkla neticelenmiş, Kur’ân’ı-Kerîm’in hükümlerine uyulmadığı gerekçesiyle Müslüman topluluktan büyük bir grup ayrılarak Nehrevan’a çekilmiştir. Çoğu taşradan gelmiş, eğitim seviyesi düşük askerlerinden oluşan ve daha sonra Hâricîler diye isimlendirilen bu grup, kendi içlerinde de anlaşamamış pek çoğu aşırılık yanlısı bir tavırla Emevî ve Abbasî Devletleri döneminde isyan etmiş ve muhtelif şiddet olaylarına karışmıştır. Hicrî üçüncü asrın sonlarında İbâdiyye hariç, başta Ezârika olmak üzere aşırılığa meyleden veya şiddete başvuran Hâricî gruplar dağılıp yok olmuştur. Hâricî kitleler içerisinde ortaya çıkmış olan İbâdiyye kendi dönüşümünü sağlayarak ve hatta fikir ve yöntemlerindeki yumuşaklık sebebiyle halktan gerekli desteği alarak bir yandan Kuzey Afrika’da 132 yıl hüküm süren Rüstemîler Devletini kurarken diğer yandan da fikrî bünyesini inşa etmiştir. Günümüzde Kuzey Afrika, Umman ve Zanzibar’da yedi milyona yakın nüfusa sahip olan bu mezhep pek çok açıdan etüt edilmeyi hak eden bir topluluk ve bir fikir akımıdır. İbâdiyye, hicrî ikinci asra dayanan yazılı eserleri ve yüzyıllarca biriktirdiği deneyimi ile İslam dininin inanç, davranış ve siyaset esaslarının tedvini için sosyo-politik zeminin anlaşılmasında değerli verilere sahiptir. Öte yandan mezhebin her açıdan objektif olarak ele alındığını söylemek mümkün görünmemektedir. Hicrî üçüncü asrın sonlarından itibaren yazılan fırak ve makālât türü eserlerde çeşitli gerekçelerle Hâricîlik için kullanılan pek çok yerici ifade, aidiyeti iyice araştırılmadan İbâdiyye’yi teşmil edecek şekilde kullanılmıştır ve halen de kullanılmaya devam etmektedir. Burada asıl dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, ehl-i biꜤdat yahut ehl-i küfre ait olduğu değerlendirilen pek çok şahıs, düşünce veya ekolün ilmi açıdan tevsiki yapılmadan İbâdiyye’ye nispet edilmiş olabileceğidir. Bu makalede İbâdiyye’nin tarihi derinliklerine inilerek hem inanç sahasına yeni birtakım fikir veya tespitleri kazandırmak hem de mezhebin doğru bir şekilde anlaşılmasına katkı sunmak için İbâdiyye’ye nispet edilen bazı fikir, şahıs yahut alt grupların durumu ele alınmıştır. Bu amaçla temel fırak ve makālât eserleri, İbâdiyye’nin muteber klasik ve çağdaş kaynaklarıyla mukayeseli olarak kullanılmış ve İbâdiyye’ye nispeti tartışmalı olan alt grupların mezhebe aidiyeti tespit edilmeye çalışılmıştır.

Read full abstract
Kötü-Tanrı İtirazı

Muhtemelen her teist, Tanrı’nın iyi bir varlık olduğu konusunda hemfikirdir. Ancak kimilerine göre, Tanrı’nın iyi olduğu iddiası delilsiz bir varsayımdan ibarettir. Ne Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanlar ne de başka gerekçeler, Tanrı varsa bile O’nun iyi olduğu sonucuna rasyonel bir yolla ulaşmak için yeterli değildir. Hatta bazı ateistlere göre, kötü bir tanrıya inanmak da iyi bir tanrıya inanmak kadar makuldür. Stephen Law, bu noktadan hareketle teizme karşı bir argüman geliştirir. İyi veya kötü tanrıya inanmak aynı oranda makulse, bunlardan birinin saçma olması durumunda diğeri de saçma olmalıdır. Çünkü her iki tanrı anlayışı da aynı ya da benzer argümanlarla desteklenebilir. Örneğin, kozmolojik argüman veya tasarım kanıtı, iyi bir tanrının varlığını kanıtlamak için kullanılabileceği gibi, kötü bir tanrının varlığına delil olarak da kullanılabilir. Benzer şekilde, eğer dünyadaki iyiliklerden hareketle Tanrı’nın kötü olamayacağı iddia edilirse, dünyadaki kötülüklerden yola çıkarak O’nun iyi olamayacağı da iddia edilebilir. Kötülük probleminin hâlâ tartışmalı olduğu göz önünde bulundurulursa, evrenden hareketle Tanrı’nın iyi olduğu henüz ikna edici bir biçimde gösterilememiştir. Kısacası, iyi tanrı için geçerli olan argümanlar benzer şekilde kötü tanrı için de kurgulanabilir. Law, benzer argümanlarla desteklenen iki tezin aynı ölçüde rasyonel olması gerektiği iddiasını “simetri tezi” olarak adlandırır. O, kötü tanrı fikrini kimsenin makul bulmayacağını, bir diğer ifadeyle bu fikrin saçma olduğunu öne sürer. Dolayısıyla, onun simetriği olan ve benzer argümanlardan beslenen iyi tanrı fikri de makul görülemez. Bu argüman, Law’un isimlendirmesiyle, kötü tanrı itirazı (the evil-god challenge) olarak bilinir. Law’dan sonra da birçok düşünür tarafından geliştirilerek teizme karşı kullanılan bu itiraz, özellikle son on beş yılda din felsefesinin önemli meselelerinden biri hâline gelmiştir. Bu çalışmada, kötü tanrı itirazına karşı geliştirilen çeşitli çözümleri değerlendireceğim ve onun teizm açısından kayda değer bir sorun teşkil etmediğini öne süreceğim. Kötü tanrı itirazına yönelik burada ele alınacak çözüm önerilerini ana hatlarıyla sıralarsam; öncelikle iyi ve kötü tanrı inançlarının simetrik olduğu iddiasını tartışmaya açarak, dünyadaki düzenin kötü bir tanrıya işaret etmediğini öne süreceğim. Ardından, bir simetriden bahsedilecek olsa bile kötü-tanrı fikrinin saçma olmadığını, dolayısıyla simetriği olan iyi-tanrı anlayışının da bir çırpıda reddedilemeyeceğini iddia edeceğim. Son olarak, iyi-tanrı fikrinin temel inanç (basic belief) olabileceğini, ancak kötü-tanrı inancı için aynı durumun geçerli olmadığını savunacağım.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
The Spirit and Holy Spirit in The Quran and its Exegeses

The term ‘Holy Spirit’ is referenced four times in the Quran, with three instances directly related to Jesus Christ, while the broader term ‘spirit’ or “the spirit” (al-Rūḥ) appears eighteen times, some of which pertain to Mary, the mother of Jesus. This study explores the concepts of the Spirit and Holy Spirit as they are presented in the Quran, as well as their interpretations in classical Islamic exegesis. The research begins by analyzing the Quranic verses where the “Holy Spirit” is associated with Jesus Christ and his mother, providing a detailed examination of these occurrences and their contextual significance. Subsequently, the study delves into the instances of the “Holy Spirit” in other contexts, offering a comparative analysis of the term’s usage across different passages. Following the discussion on the “Holy Spirit,” the study shifts focus to the discussion of “the spirit” (al-Rūḥ) and “a spirit” (Rūḥ) in the Quran. Adopting the same methodological approach, it first addresses the verses connected to Jesus and Mary, before exploring the diverse contexts in which the spirit is mentioned. In each case, the relevant Quranic interpretations are discussed, drawing from key Quranic commentaries (tafsīr). The study relies on a combination of classical exegetical methods, incorporating both narration-based exegesis (tafsīr bi-l-ma'thūr), such as the works of al-Ṭabarī and al-Baghawī, and reasoning-based exegesis (tafsīr bi-l-ra'y), as exemplified by the works of Imām Fakhr al-Dīn al-Rāzī. Additionally, it evaluates the authenticity and sources of the exegetes’ interpretations, scrutinizing their reliance on prophetic traditions (hadith), the explanations of the Prophet’s companions, and even biblical sources. By presenting and comparing a range of Quranic interpretations, this study aims to highlight the diversity of thought surrounding the concepts of the ‘Spirit’ and ‘Holy Spirit’ within Islamic tradition. It provides a valuable resource for those seeking to understand how these notions are interpreted and debated within Islam and offers a platform for comparison with the corresponding concepts in Christianity and Judaism, thereby contributing to broader interfaith theological dialogues.

Read full abstract
Kādî Abdülcebbâr’da Tanrı’yı Bilmenin Mahiyeti

Bu makalede Basra Muʿtezilesi kelâmcılarından Kādî Abdülcebbâr’ın “Tanrı’yı bilmeye götüren nazar vâciptir” önermesine ilişkin sunduğu epistemolojik çerçeve ele alınacaktır. Kādî Abdülcebbâr’ı bu sorunu tartışmaya iten şey, bir taraftan Tanrı’yı bilmenin bütün dinî hükümlerin dayanağı olması ve bu nedenle kelâmın kurucu ilkesi olması, öte yandan ashâbü’l-maʿârif olarak bilinen Câhız, Ali el-Esvârî, Sümâme b. Eşres gibi Muʿtezile kelâm geleneğine bağlı bazı düşünürlerin Tanrı’yı biliş tarzımızın zorunlu olduğunu ileri sürmeleri ve Ebü’l-Kāsım el-Belhî el-Kaʿbî’nin Tanrı’nın bu dünyada olduğu gibi ahirette de istidlâlî olarak bilineceğini iddia etmesidir. Kādî Abdülcebbâr el-Muğnî külliyatının on ikinci cildi olan en-Nazar ve’l-meʿârif’i bu soruna ayırmış, buradaki düşünceleri öğrencisi Mankdîm tarafından Talik alâ Şerhi’l-Usûli’l-hamse’nin giriş bölümünde yeniden sunulmuştur. Kādî Abdülcebbâr Allah’ın kişiye yüklediği ilk sorumluluğun O’nu bilmeye götüren akıl yürütme olduğunu yazar. Bu önerme iki hususu içermektedir: Birincisi akıl yürütmenin gerekliliği, ikincisi ise Tanrı’yı biliş tarzımızın nazarî oluşu. Kādî Abdülcebbâr ilk olarak Tanrı’yı bilmenin neden gerekli olduğunu temellendirmeye girişir ve bunun için öncelikle vâcibi tanımlar ve kısımlarını açıklar. Ona göre akıl yürütmenin gerekliliği, Tanrı’yı bilmenin akıl yürütme dışında başka bir yolu olmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçekte kişinin bilmesi gereken ilk şey Tanrı’dır. Dolayısıyla asl olan Tanrı’yı bilmektir. Bunun nedeni Tanrı’yı bilmenin dışında kalan konuların, Tanrı’yı bilmeye dayanmasıdır. Kādî Abdülcebbâr bunu, söz ve fiil türünden bütün dinî hükümlerin (şerâiʿ), ancak Tanrı’yı bildikten sonra hasen olacağını dile getirerek izah eder. Tanrı’yı bilmek, kendisini ihlal etmenin caiz olmadığı vâciplerdendir. Çünkü Tanrı’yı bilmeyi terk etmek kötüdür. Kötü olan şeylerden sakınmanın gerekliliği aklen sabittir. O hâlde Tanrı’yı bilmeyi terk etme kötülüğünden sakınmak, Tanrı’yı bilmekle mümkün olacağı için Tanrı’yı bilmek gereklidir. Tanrı’yı bilmek akıl yürütmeyle gerçekleştiği için de akıl yürütme, Tanrı’nın bilinmesi gereken ilk şey oluşundan bir pay alarak ilk konuma yükselmektedir. Buradan çıkan ilk sonuç, kişinin mükellef olduğu ilk şeyin Tanrı’yı bilmeye götüren akıl yürütme olduğudur. Kādî Abdülcebbâr, Tanrı’ya ilişkin bilginin nazarîliğini ise Tanrı’nın ne zarurî olarak ne de müşahede ile bilinemeyeceğini göstererek temellendirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda o bilginin neliğini ve türlerini tartışmaya açar. Kādî Abdülcebbâr’ın farklı kelâm eserlerinde yaptığı bilgi tanımlarında ortak olan şey, bilginin “gerekçelendirilmiş doğru inanç” şeklindeki tanımıdır. Bilginin inanç türünden olduğunu düşünen Kādî Abdülcebbâr, aynı zamanda bu inancın doğru olması gerektiğini ve kişinin bu inancına yönelik nefsinin sâkin olması gerektiğini ifade eder. Ardından zorunlu bilgi ve zorunlu bilginin türlerini ele alan Kādî Abdülcebbâr, burada insanın bilme imkanlarıyla uyumlu olarak onun biliş tarzları üzerinden Tanrı’yı bilmenin neden nazarla mümkün olduğunu, bilgilerimizin bütün türlerini ya da biliş tarzlarımızın tamamını söz konusu ederek Tanrı’yı bilmenin bunlardan hangisine dâhil olacağını soruşturur. Zorunlu bilginin ardından müşahede bilgisine yer veren Kādî Abdülcebbâr’a göre Tanrı’ya ilişkin bilgi ne zorunlu bilgiler türüne ne de müşahedeye dayalı bilgiler türüne girmemektedir. Kādî Abdülcebbâr son olarak Tanrı’nın nasıl bilineceği ya da Tanrı’ya ilişkin bilginin hangi bilgi türüne dahil edileceği meselesinin kelâmcılar arasında tartışmalı bir konu olduğunu ve Tanrı’nın teklif devam ederken bu dünyada zarurî olarak bilinmeyeceğini ifade eder. Ancak bu hususta Muʿtezile içerisinden biri Câhız ve Ali el-Esvârî gibi ashâbü’l-maârifin, diğeri Ebü’l-Kāsım el-Belhî el-Kaʿbî’nin muhalefetine yer vererek her iki yaklaşımı sırasıyla hem Tanrı’ya ilişkin bilginin neden zorunlu olamayacağını hem de Tanrı’nın ahirette neden istidlâlî olarak bilinmeyeceğini göstererek yanıtlar. İşte bu makalede Kādî Abdülcebbâr’ın Tanrı’yı biliş tarzımızın epistemolojik statüsüne ilişkin söz konusu görüşlerini analiz ederek, onun Tanrı’ya ilişkin bilginin çıkarımsallığı görüşünün dayandığı epistemolojik temeli ortaya koymaya çalışacağız.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
Mâtürîdî’de Ahlaki Mükellefiyet ve Tabiî Hukuk

Bu makale, Mâtürîdî’nin ahlak düşüncesinde ahlaki mükellefiyetin kaynağını tespit etmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla, ilk olarak onun yazılarında bulunan ahlaka ilişkin kavram türlerinin bir sınıflaması sunulmuştur. Bu noktada üç temel kavram tespit edilmiştir: Fayda, Erdem ve Hak. Ancak bunlardan hak kavramı, ahlaki mükellefiyetin nihai temsilcisi olarak görülmektedir, çünkü ahlakın nesnel olması için bize temel olan kategorik emir kavramını tek başına sunmaktadır. Ardından ahlaki mükellefiyetin iki ana kaynağına yer verilmiştir. Biri vahiy, diğeri ise akıldır. Vahiy emir ve nehiylerle beraber ilahi rubûbiyet ve hakimiyet mefhumlarını sunarken, akıl aynı zamanda ahlâk anlayışımızı objektif mebdelerle belirlemekte ve vahiy öğretilerini desteklemektedir. Bu, ahlak alanında aklın bulgularının genellikle vahiy ile uyumlu olduğu anlamına gelir; farklılık gösterdikleri yerlerde, çoğunlukla insanlığın bilgiye erişiminin olmaması, onların doğru sonuçlara ulaşmasını imkansız kılmaktadır. Bu bağlamda Mâtürîdî, ayrıca vahyin özellikle karanlık ve tartışmalı ahlak alanlarında gerekli olduğunu, çünkü vahyin, yokluğu halinde insanların kesin olarak bilemeyeceği yanıtlar sunduğuna dikkat çeker. Aynı zamanda tabiî hukuk teorisi doğrultusunda aklın bir mükellefiyet kaynağı olduğu ve dolayısıyla bu teorinin Mâtürîdî düşüncesinin kategorize edilmesinde temel bir yol olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre doğal dünya akla rehberlik eder ve o, insanın temel ihtiyaçları ve arzuları doğrultusunda ahlaki sonuçların çıkarılabileceği bir bilgi kaynağıdır. Özellikle Mâtürîdî, barış ve refahın insanlığın temel amacı olduğunu ve bunun ancak bir esasla sağlanabileceğini belirtmektedir. Bununla birlikte, Tanrı dünyanın yaratıcısı ve tasarımcısı olduğundan, Tanrı’nın bilgeliğini merkeze alan bir teoloji içinde, müteâl olan ve ahlakı belirleyen temel prensip ilahi hikmettir. Makalenin üçüncü bölümünde ahlaki motivasyon konusuna değinilmektedir. Ahlaki motivasyon ise insanların neye göre ahlaklı davranabileceklerini anlamanın anahtarıdır. Diğer yandan çalışmada Mâtürîdî’nin, yalnızca eylemlerin sonuçlarını dikkate alarak değil aynı zamanda objektif sebeplerle harekete geçebileceğimizi ve eylemleri ahlaki olarak yargılayabileceğimizi gösterdiği sonucuna varılmıştır. Bunun sebebi aklın, eylemleri sadece gerçekliğin tesadüfi ve sübjektif yönlerine değil, aynı zamanda kategorik mebde ve emirlere dayanan kriterlere göre yargılamaya izin vermesidir. Bu çalışmanın son kısmında ise Mâtürîdî’nin, David Hume’un ortaya koyduğu olan-olması gereken uçurumunu aşma bağlamında aklın, ahlaki mükellefiyetler getirdiği ileri sürülmektedir. Böylece Mâtürîdî’ye göre ahlaki mükellefiyetin kaynağının sadece vahiy emirlerine dayanmadığı, aynı zamanda akıl prensiplerinden de kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu ilkeler önemli ölçüde insan doğası ve doğal dünya üzerine yapılan gözlemlerden elde edilen sonuçların ürünüdür.

Read full abstract
Open Access Icon Open Access
Fatalism Scale for Occupational Accidents and Diseases: A Scale Development Study

It is important to determine the attitudes of employees towards occupational accidents and diseases and whether these events are perceived as inevitable or out of control. Inaccurate interpretation of the perception of fatalism towards occupational accidents and diseases may lead to more occupational accidents and diseases. The use of scales to determine the perception of fatalism in the context of occupational accidents and diseases allows for a quantitative assessment of these issues. This approach makes it possible to objectively measure and analyze the perception of fatalism, thus paving the way for a more in-depth examination of related phenomena. This study is a scale development study to determine the level of fatalism towards occupational accidents and diseases. This methodological study was conducted between October 2021 and June 2023. The scale was shaped by taking expert opinions for the scale items prepared by making use of the literature, pre-applied and pilot applied with 75 people; Exploratory Factor Analysis and Confirmatory Factor Analysis were conducted with 242 people; and all evaluated with validity and reliability analyzes. In the exploratory factor analysis for the developed scale of fatalism towards occupational accidents and diseases, it was seen that the scale items were gathered under 4 factors and the explanatory coefficient was 53.68%. In order to measure the applicability of exploratory factor analysis for the scale, KMO value was 0.854 and Bartlett's Test of Sphericity value was χ2=1996.527; df=153, p

Read full abstract
Open Access Icon Open Access